31 Aralık 2009 Perşembe

Dağda Manastıra Gittim Amma, Saçıma Sakalıma Kıyamadım

Yum gözlerini. Ne görüyorsun?
1. Açlık çekenin ekmeği.
2. Okyanus ötesinden gelen vuslat.
3. Temiz su, bak: çocukların karnındaki şiş indi.
4. Kardeşim, sana ne yaptım ki benden nefret ediyorsun? (Suçlu sessizlik) (Kucaklaşma)
5. Küçüğün dondurması elinden kayıp yere düşmüş. Karanlığı cılız sokak lambaları aydınlatır. Hawai gömlekli, gümbür göbek bir adam geliyor, hiçbir şey demeden inceliğini yapıyor ve gidiyor. "Küçük bey'e bir top karadut daha çek!"
6. Eskimonun mangoya bakışı, Madagaskar'da kuzey ışıkları, bugün uzayda yürüdüm anne -iki kapsülle hiç karın doyar mı, gel ben sana yapraklar sarıcam -yanına da şarap aç, üzümün etinden sütünden faydalanalım; coğrafyayı ayağa düşüren yakınlıklar.
7. Bir harf öğrenmek ne demek bilir misin?


"İsteyenlerin" (ve pekâlâ, isteyiniz) yeni yılı kutlu olsun.

13 Aralık 2009 Pazar

Gözleri Doldurur

İyilik bulmak.

Güzel zamanları özlemek.

Yalnız olmak.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Duvarcı Ustalığını Bırakana Kadar Briketleri Kıramayacaksın

O kadar yol yürüdüm, bir tek çiçekçiye rastlamadım. Etrafına bak. Ağaçların köküne kireç damlamış, kömür kaçak -nefes almak zor, güvercinler bile gitmiş burdan, yalnız çöplük martıları kalmış. Alçaklarda kan kokusu var, sokak aralarında çamaşır ipleri, güneş yüzünü saklıyor. Buranın veletleri bile zalim, birinin gafliklerine el konuyor, zorbanın kafasına bir taş düşüyor: "Kim attı lan onu?!", adaletin cebinden kaydı. Gece olunca yıldız kaydı. Bulutlu gece, bulutlu gözleri, bir genç kadın, bohçasını deşmiş çocukluğunu saklıyor. Kapı gıcırtısı burna anason üflüyor, kabullenmişlik beşinciye gebe, beli sızlıyor. Orada ne arıyorum. Ne yana baksam tuğla ve temeller; apartman yavruları, hiçbir vakit çıkılmayacak ikinci katları bekleyen zayıf iradeli gecekonduları baştan çıkarıyor. Gri, tüm endamı ile çevreyi sarmış, şimdi ne yapayım?

Talebe: N'apacağım ben şimdi.. (hıçkırıklara boğulur)
Usta: Umutsuzluğa kapılma, betonda bile güzellik bulabilirsin.

Sıfır rakımlı dünyada yaşamadığım için mutluyum. Gelecekte, tufanların ardından teneffüs edeceğimiz toprağın kalbinden kopup, yüz fili üst üste koysan ulaşamayacağın irtifaya yolculuk edecek olan maun ve sekoya ağaçları, kalanları barındıracak. Şimdinin çok katlı binaları, balkonları ve terasları, başka çağların faik yuvalarına ancak egzersiz teşkil edebilir. Yine de umut hep vardır. Uzaklarda insanlar çatıdan çatıya uçuyorlar. Çıplak elle gökdelenlere tırmanıyorlar. Belki çok katlı bir alemin zorluklarını aştıklarını düşünüyorlar. Oysa evren kolunun ulaştığı yere uzanarak çıkamayacağın katmanları içeriyor. Daha da uzaklarda kollarından, binalarından, ağaçlarından, kendi algılarından, yargılarından, aşağılardaki katmanlardan, üstte olmaktan, çok şey bilmekten, çok şeyi sezmekten, biçim değiştiren vüsattan bile soyutlanabilmeyi becerenler var. Tahayyül edilemeyenin de metasında bir meta var.

Şimdi bu noktada dur.


Çünkü ilerde körfez göründü. Yokuş aşağı otuzyedibuçuk derece açıyla eğilen bir rota tutturmuşsun. Kulağında kulaklık yok, ama dilinin ucunda müzik mevcut. Seviyorsun, seni seven var. Senaryonun güzelliğine bakar mısın, cebinde leblebi buldun. Şimdi memnunsun. Oysa sağın solun yine beton; yine boktan bir külkedisi piyesinde balkabağı rolündesin. Ne değişti? Hiç. Görünen o ki, bazı şeylerin daha zamanı var.

1 Kasım 2009 Pazar

Melekler




"Why, they's angels. Angels just like up in heaven.."

25 Ekim 2009 Pazar

Boş Zaman

Yaz başında karanlık kulede kaybettiğim bir saati, uykuda bularak geri kazandım. Kule bu denli kötü o halde, demeye getirmişti biri. Zor günler sorulunca duraksardım. Susmak, anlatmaya paydos etmek değildi. Bazen, tüm dünya bana sussun isterdim. Böyle zamanlarda en çok sebep göstermemeyi özlerdim. Zaten söylenmedi diye sebepsiz sayılacak bir şey olabilir miydi?Adı konulmayan duyguları, dile getirilmeyen düşünceleri kardeş bilip, evimde yatıya tutardım. Belki bunların hepsi o bir saatlik boşlukta gerçekleşirdi. Sonunda ya kule sahiden bu denli kötüydü ya da biz bu ve benzeri kuleleri fazla abartıyorduk.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Zarflara Sakladığım Zamanı Akkor Gezegenlere Yolladım

Mektuplardan söz etmiştim. Açık mavi sayfalara ucuz mavi tükenmez bulaştırsan bile değerliler. Sonra, bir özlemin kokusunu kurutulmuş ve fazlaca parfümlü bitkilerle saklayamazsın. Kalem niye mavi yazıyor, sayfalar niye mavi, ya güller -doğada öyle bir canlı türü yok, zarf, insanlar bile mavi, mavi muammer. Uzatmalı bir korku, yalanı besliyor. Yoksa dört yanımı saran maviler, örneğin gözün arkasındaki loş odada (60lık Phillips ampulün eline bakar) ilgi mi biriktiriyor? Tarih sahnesine vakitsiz veda edenlerin arkada bıraktıkları, yakın mektuplarını. O acı, o burunda tüten, o derinlerdeki yasak, küllerinde kaybolacak; gelecekte bir başkasının güzel çocukluğu zedelenmekten, bir okumayış, bir görmeyiş, bihaber uykuyla uzak duracak. Bazen yarına olan uzaklık, dün değil evvelsi gün unuttuğun saklı sen'e yaklaştırıyor.


Kimileyin kıyamet bile kopar bu dertli diyarda. Burnuma is kokusu geliyor, gökte bulutlar yanmış. Rüzgâr, hep karşıdan esme, senden sebep pencereler uğulduyor. Tahta doğramalarımız yaralı kurt gibi inlerdi, bu penler yaşlı adam gibi homurdanıyor. Sol bileğimden alıştıklarıma kelepçeliyim, sağ elimde hayal gazıyla dolu balonlar. Çocuklara almayınız, maazallah patlar matlar. Evin içinde üç parıltı geziniyor, kulağıma fısıldadıklarıyla içime güven geliyor. Kelepçenin zincirini çekip lastik gibi kopartıyorum. Kapıya yürüyorum, ardına kadar açılıyor; oradan bakınca güçlükle adım atıyorum sanarsın, oysa her ayak vuruşumda yer yarılıyor. Dış dünya dümdüz, zaten öyle olmak zorunda, ancak bu düz gerçekliklerde apartman dairemden çıkıp gökyüzüne tırmanabiliyorum. Tırmanmak mı dedim? Neye gerek, benim parıltılarım var. Uçuyorum. Parlak bir yıldıza doğru, ağırlıksız bir araçla, olması gerektiği gibi ilerliyorum.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Denklemi Sağlayın

Saate bakıyorum. Onu gösteriyor. Parmağa değil işaret ettiği şeye bakacaksın akıllı! Dönüyorum, geç kaldım, artık orada yok. Zamanla yarışmak bu olsa gerek.

Apartmanların arasında kendiliğinden oluşmuş dar bir sokak. Sokakta avare dolaşan iki kişi. Kişilerin erkek çocukluğu; sesleri yuvarlak ve kararsız. Dışarda onların değer yargılarına göre şekillenmiş bir dünya. Köşeli dünya, akıllı bir yargıç Galile'ye engizisyonun ellerinde Stockholm sendromu yaşatabilir. Sonra her yer grileşir. Köpeklerde de renk körlüğü ergenlikten sonra mı başlıyor?

Bay X filmlerde figüranlık yapmaktadır. Bir gün rol icabı jönden dayak yerken dayanamayıp tokatla karşılık verir. Bu inisiyatifi ona güven ve cesaret aşılar. Sonradan auteur kıvamında yönetmenlik yapmaya başlar. Kardeşi ve en yakın arkadaşı Bay Y ise kendi hayatını auteur gibi yönetmekte ve baş rol oynamaktadır. Baştan sona doğru yaşar ve Bay X'inki gibi bir dönüm noktasıyla hiç karşılaşmaz. Jön ise işinde temiz duygularla hareket etmesinin karşılığını fiziksel şiddetle almaktan dolayı çok üzgündür. Fakat bu olayı Bay X gibi dramatik bir hale getirmek yerine, evine, ailesine dönüp zihnini arındırmayı tercih eder. Bay Y'nin aksine o, başrolde de olsa kendi hayatını oynayarak geçirmeyi reddetmektedir.

Belki saate bakan kişi Jön'dü, sokaktaki çocuklar ise XY, bunu zaten söylemiştik. Yoksa orada olmayan kişi Bay Y miydi? Çünkü hikayenin anlatılmayan kısmında Bay X bir kaza geçiriyor ve bakıma muhtaç hale geliyor, burası biraz trajik. Jön'ün o dar sokakta oturduğunu düşünmek safdillik olur herhalde, ama o çocukları izleyen kişi Jön'ün gençliği olabilir mi? Jön'ün gençliğine zaten çocukluk denmez mi? Şimdi 500 liralık soru (Neden 500 lira? Demek ki belirli bir baremi işaret ediyor ama çok da kritik değil, yani bir 500 bin değil.): Bu satırları okuyan sen, Bay X mi, Bay Y mi yoksa Jön müsün? 100 liralık cevap (Çünkü kolay verilebilecek bir cevap ama o cevabı verebilmek için önceden hızlıca bir düşünmüş olmak gerekiyor.): Hiç kimse geceyarısı karalanmış bir takım ucuz kategorilere girmek zorunda değildir. Bir sınıfa, bir kümeye, bir şeye ait olmak zorunda değildir. Ve şunu eklemeliyim ki, dünya döndüğü için aslında gelmiş geçmiş bütün kategoriler de gecenin bir yarısı karalanagelmiştir.

Beyaz bir boşluktan sonra gelen yeni bir cümlenin verdiği hissiyat, ikinci harfi "m".

8 Ekim 2009 Perşembe

Uzak Ufuklar

Gazetenin verdiği bir kara yolları haritasında on dört santim ilerdeler. Mavi gökyüzünün ötesinde, lacivert uzayda aydınlık senelerle ölçülen mesafelerdeler. Bir romanda fersah fersah, bir filmde parsek parsek ötede; bir idealde daha ırak, fakat bırakılmayacak kadar sıkı sarılmış; hafıza yollarına yapılacak yolculuk ne kadar kısa, oysa o anılar hepsinden uzaktalar. Bir zamanlar gereğinden çok ortadaydılar, şimdi neredeler? Gecelerimi alan silüetler, şimdi bir telefondan bir hayli dışarda, bir mektup için fazlaca kayıp, teknolojiyse içimi üşütüyor, aslında bir kulak çınlamasında yaşamaktalar. Sabah altı, sokak lambaları sönüyor, özlemler karanlığı bile uzatıyor. Bir binanın üst katından büyüteçle yolu izlemeye çalışan çocuk, yanılma, insanın gözünde büyüyen dünya ancak yaşamaya karar verince küçülüyor.

Geçirdiğin hayat mı, yoksa geriye bakıp yaptığın muhasebe mi daha uzun sürüyor? Bir yerlerde, farklı seviyelerde meraktalar. Şu garip merdivenin basamakları bir değil, iki ayağım bile birbirine eş değil, belki bu yüzden dura dura çıkmaktalar. Ufka odaklanan gözlerim, azıcık yerküreye bakın, delik deşik kaldırımlar. Eskittiğim yollara sorulsun, komşunuz denizi nasıl bilirdiniz, uzatmadan söyleyiniz. Çocukken asyayı, avrupayı gönyeyle ölçebilmek gibisi yoktur. Alıcılarınızla oynamayın, algınızı gayet net seçebiliyorum. Bu denli uzun konuşanlar, lafı dolandırmamayı nasıl beceriyorlar? Galiba asıl cevaplar, doğru sorularda saklılar.

- Nerelisiniz?
- Görece.
- İçinden mi?
- Bazen... Bazen.

7 Ekim 2009 Çarşamba

11 Eylül 2009 Cuma

Hayat Güzel, Sadece Elleri Üşüyordu

Yine o uçtuğun rüyayı görsen, dedi. Parmaklarıyla sehpaya üç defa dokundu, ardından söylediğini yineledi. Görsen keşke demedi. Görsene diye buyurmadı. Görsen nasıl olurdu diye sormadı. Görsem şaşıp kalmazdım, belki tekrar anlatırdım, bu defa başka türlü uçardım. Ellerini izliyordum, pütürlüydü, kaba sabaydı. İnsanın elleri yüzündeki çizgilerden az mı yaşardı? Onu tanıyalı seneler olmuştu, onun beni tanıdığına eşit ama sanki daha çok o yaşlanmıştı. Dışarısı ince ince yağıyordu. Ne tuhaf, yağmur yıllar önce de aynı bu şekilde düşüyordu, bulutlar ve damlalar kaldırımda çıkan silüetimi odaksızlaştırıyordu. Az önce aynaya baktım, bulanıktı, galiba yanlış gözlüğü takmışım. Kapıya üç kere vurulmuştu, o sırada uzaklarda canlara kıyılmıştı. Gözlerimi açtım. O var mıydı? Ceplerimi yokladım, ceplerim yerindeydi. Yakam kavuşmuyordu, bu beni belli belirsiz rahatlatıyordu. Kim bilir, dedim. Gözlerim ağrırken cümleleri uzatmaya gücüm yetmiyordu. Yalnızca olacaklara seviniyordum. Kalbim vurunca, bazen kaşını gözünü yarsam da yaşadığımı hissediyordum.

25 Ağustos 2009 Salı

Gölgeler

O ağaçta mikrodev tırtılların kelebeklere, kelebeklerinse görkemsiz kuzenleri pervanelere dönüştüğünü gördük. Dallar başından beri pervane doluydu, oysa algımızın kadranı şaşmış, farklı saatleri gösteriyordu. Galiba dünyaya da böyle bakıyorduk. Yoksunluklarımız önyargılarımızı emziriyordu. Gerçekten güzeli olduğundan az görürken, gerçekleri kendimize çok görüyorduk. Bazen elimizde yalnızca hayallerin gölgeleri kalıyordu.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Senin Olanı Korumak - 2


Bazen de koruyacağın şey kendinin ve ailenin onuru olacaktır. 2006 Dünya Kupası finalinde kız kardeşine edilen küfre kafa atarak cevap veren Zinedine Zidane'ın yaptığı gibi. Fair Play demişken, buradaki kötü adamın Marco Materazzi olduğuna şüphe yok:

Senin Olanı Korumak

Kızım Olmadan Asla'da çocuğunu koruyan Betty Mahmoody'yi ya da Braveheart'ta ülkesini koruyan William Wallace'ı unutun. 1990 Dünya Kupası'nda Arjantin'e karşı 1-0 galip durumda olan Kamerun'dan (Nam-ı diğer Yılmaz Aslanlardan) Benjamin Massing'in, mucizevi skoru korumak için rakip forvet Claudio Caniggia'ya yaptığına bakın.



Fair Play'e aykırı olduğunu iddia edenle sabaha kadar tartışırım :)

2 Ağustos 2009 Pazar

Kupka

Cansel Elçin "Kampüste Çıplak Ayaklar" diye bir film çekmiş. Fragmanında çalan şarkıyı araştırınca Kupka grubuyla karşılaştım. On yıldan uzun süredir çeşitli isimlerle var olmuşlar; birkaç yıldır enstrümantal müzik yapıyorlarmış. 2005 tarihli Uyk La isimli albümlerini dinlemeden önce ve dinledikten sonra 2005 tarihli Uyk La isimli albümlerini dinledim :) Sardı kısacası, tatlı bir seyahat isteği uyandırıyor insanda. Gruba netten http://www.kupkaband.com ve http://www.myspace.com/kupkaband adreslerinden ulaşılabilir. Uyk La'yı sitelerinden paylaşıyorlar, buradan ise grubun kurucularından Erkin Gören'in önceki çalışmalarına ulaşılabilir.


Kupka, ismini ressam František Kupka'dan alıyor. Aşağıdaki resim, yani "Planes by Colors (aka Great Nude)" bu sanatçının eserlerinden biri.

30 Temmuz 2009 Perşembe

90'ları Düşündüm - 1

Büyüdük ve 90'ların kendine has havasını unutmaya mı başladık? Sayacağım filmler, seyredeni o yıllara götürür cinsten. Kronolojik olarak:

1) Wayne's World (1992)

Digitürk film özeti gibi olacak ama kısaca, iki hayta evden yaptıkları kablolu televizyon yayınıyla şöhret olur, oysa profesyonel dünya hiç ummadıkları tehlikeler barındırmaktadır (Digi'yi de geçti, bildiğin gazetede günün filmleri bandına döndü :-] ). Wayne ve arkadaşı Garth her halleriyle 70'lerden fırlamış gibiler ama 90'ların televizyon dünyasındalar. Her evde bir uydunun olmadığı yıllar bunlar; oturduğu yere iyice yerleşmiş kapitalizminse medya canavarından sonuna kadar istifade etme arzusuyla yanıp tutuştuğu bir dönem. Her şeye rağmen bu bir komedi. Filmin en iyi sahneleri, kesinlikle arabadaki Bohemian Rhapsody (aşağıda arz-ı endam etmekte) ve "Siz çocuklar burnunuzu sokmasaydınız emelime ulaşacaktım"lı Scooby Doo sonu.



2) Singles (1992)

20'li yaşların ikinci yarısının sefasını süren bir grup gencin hayatı, fonda Pearl Jam, Soundgarden gibi hediyelerle grunge'ın pik yaptığı Seattle eşliğinde veriliyor. Benim de favori yönetmenlerimden olan Cameron Crowe, müzik duygusunu sonuna kadar kullanarak o dönemi bütünüyle yansıtan bir tablo ortaya koyuyor. Yıllar sonra dönüp bakıldığında, erkek romantik komedisi alt-türünün başlangıçlarından sayılabilir. Sonradan Roger Dodger'la belleklerde yer eden Campbell Scott'ın hayran bırakan performansıyla. "I was just nowhere near your neighborhood" repliğiyle hatırlanır.

3) Reality Bites (1994)

Ben Stiller'ın ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu gösteren 90'lar güzellemesi. 20'li yaşların başında üniversite sonrası bilinmezliğini anlatan filmde, dönemin revaçtaki konularından olan AIDS endişesi, yine grunge ve post-MTV video klip televizyonculuğu göze çarpıyor. Keşke hep genç kalsaydı denilebilecek Ethan Hawke, bir nevi alıntıların filozofu rolünü üstlenen karakteriyle, 90'ların o her şeye referans verebilen esnek postiş yapısını üzerinde topluyor. Nedense çok popüler olmayan bir filmdir Reality Bites. Ethan Hawke'ın sahneden Winona Ryder'a bakarak Violent Femmes - Add It Up söylediği sahne akılda kalıcı.

- Devam Edecek -

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Kıyıdaki Ben

Gözlerim,

Bakmayı bıraktıysam ölmüşüm demektir.

Kapanınız.


Kıyıya uğrayan karabatağın bir parıltı gibi kayboluşu, denizin üstünde beklenmedik bir ayrılığı işaretlercesine duran gül yaprakları, ufukta bulutların şekilsizliği ve geçtiğim sahil şeridinin sonsuz uzunluğu, ön tamponunu yitiren bir otomobilden arda kalan keder, telefonda birkaç cümle için üşüyen ellerim, susmayan düşünceler, bir şarkının eninci tekrarına hastalıkta ve sağlıkta bağırarak eşlik etmek, 90'lı yılların mutlu bir hatıra olması, içinin burulması, gerçekleşmeyecek hayaller kurmak, örneğin eski bir filmde salon dansları icra etmek, bağrındaki yumruğun kuş olup uçması fakat bir martının bedeninde yeterince anlam kazanamaması, yürümek için benzine ihtiyaç yok, çoğu zaman karşılaştığım kırmızı gömlekli pancar suratlı adam, santa nikola'nın memlekete dönerken alman çikolatası ve nivea krem getirmesi ihtimali, spor ayakkabıyı bu günlere taşıyanları alınlarından öpmek, tuzak misinalar, artık hiç bisiklete binmiyor olmak, belki iki tekeri oldum olası sevmemek, okulu kırıp on kişi gezen liselilerin zekasından şüphe etmek, üniversitede otuz kişi sinemaya gitmek, kaldırım taşlarında dünyanın ritmini sezmek, bir insan ıslanmak dileğiyle dalgalı denize paralel yürür mü, soru işaretlerini çekmeceye kaldırmak, yürüdüğüm yolun gece farklı bir yere dönüşmesi, eskiden takvim okumam, vaktiyle barındırdığım temiz özellikler, terden gözlerimin yanması, o kadar boşvermek ki artık hiçbir şeyi varsaymamak, o güller gerçekten kurudu mu diye düşünmek, hayatta kelimelerin kifayet etmeyeceği ne kadar da çok şey olması, bir metreden kısa olduğum zamanlar, küçük çocukların yalan yanlış anekdotlarla dolu bilgisizlik timsali diyalogları, çocuklara has acımasızlık pratikleri, kendi çocuğunu öyle güzel yetiştirmek ki, belki zengin bir kahvaltı olasılığı, dönüşte çayını hazır bulmak, dönüşte hazır bulunmak, dönünce bulmak, dönmek ve bunların hepsi bir yana, hafızanın kısa ömürlü bağları kopmadan az evveli aklına gelmeye zorlayarak, birkaç saniye öncesine zaman yolculuğu yapman, bu şekilde tüm düşünce haritanı ortaya çıkararak kendini tanımaya bir yerden başlaman, yine de duygularını kendinden bile saklaman, tesadüf fikrine yer bırakmayacak kadar kesin ve kuvvetli bir düzene tabi olarak eşzamanlılık gösteriyordu. Turu tamamlarken ağzım kuruyordu. Duş alıp uyumak istedim. Kendimle baş başa kalmak zihnimi yoruyordu.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Uzakları Güzel Hatırla


Kafamı kaldırıp bakınca çok da uzak olmayan bir uzakta denizi görüyorum. Balkon demirine asılı metal masanın dünyada bir eşi daha yok. Üzerine yaslanıp yazmanın da öyle. Senelerdir anlayamadığım, bir mekanı çok sevme duygusunu bu anda, denizi, balkonu, masayı, beni ve edebiyatı şefkatle kucaklayan o ev için hissediyorum. Bunun nedeninin, örgütlenen şartların yazma eylemime destek vermesi olduğunu biliyorum. Ev ve evin dışı, diğerkâm bir çabayla beni, uzaktaki denize bakmakla içimdeki denize dönmek arasındaki hassas dengeyi kurmaya davet ediyor. O balkon iyi anılarım arasında yer ediyor.

Zaten her şey böyle değil mi? Nazik arzularımın köz olup yandığı meçhul bir cumbaya bu yüzden uğramıyorum. Yine bu sebepten, çocuk bedenimde emanet duran tasaları ıskalayan acı fren, bir başka caddeyi benim için tekinsiz yapıyor. Öte yandan, ellerin ellerimin olduğu fabrika yeşili, yosun yeşili sahil de işte bu nedenle, tadını çıkararak tekrar etme isteği uyandırıyor. İyi anılarım dünyayı daha güzel bir gezegen haline getiriyor. Belki de güzel bir dünya anılarımı iyiye yoruyor.

Zamanın geçmesiyle rutin beni içeri girmeye teşvik ederken, doğa yanına çağırıyor. Tabiatla ilişkim her daim mesafeli oldu, pek kulak asmıyorum. Bulunduğum yaşa gelene kadar ceplerime rutin doldurdum, yabancılık çekmiyorum..

***

Sarmaşıklı konağı izleyen genç adamın yüzünde tebessüm vardı. En güzel zamanlarımdan bazıları, diye düşündü, bu konağa ait hatıralarda geçtiler. İçeri girsenize, dedi oradaki kadın, size bir şeyler ikram edeyim. Teşekkür ederim, biraz ilgi alayım, bir konak dolusu da mutluluk lütfen. Üzgünüm ama mutluluk bitmiş, birkaç iyi anıyla tatlandırın isterseniz.

17 Temmuz 2009 Cuma

Bir Yere Varmamak - 4

Genişçe bir salonda saatlerdir bekliyoruz. Uzaktan bakınca birbirinden ayırt etmesi zor insanlara bakıyorum. Onlardan biri miyim karar veremiyorum. Masaların gerisinde memurlar bulunmakta, neyle memur edildikleri ise muamma. Uzun bej pardesülü, bıyıklı bir adam ayaklanıyor. Tenten'den fırlamışa benziyor. Mekan sıcak, pardesü kalın, adam terliyor. Masalar onunla ilgilenmiyor; oradan oraya koşturuyor adamcağız.

Bir Yere Varmamak - 3

Yuvaya yürüyerek dönemeyeceğim her türlü uzaklık beni tedirgin etmiştir. Beynimin binlerce yıllık evrim süreci, çoklarınınki gibi nasır tutmadan ibaret değil belki ama, yine de sıkışınca içimdeki mağara adamına ulaşmakta zorlanmıyorum. İçgüdülerim der ki: yuva sıcak, yuva güvenli, yuva rahat. İhtimal bu yüzden, bakkala gitmek için bile evden ayrılacak olsam, üşürüm, uykum gelir.

Bir Yere Varmamak - 2

O gece, mavinin griye öykünerek gölgeleri boyadığı bir masal ormanındayım. Hemen ilerde bir şelale yavrusu doğduğu nehri göz pınarlarından akıtıyor. Damlalar, dolunaydan gelen ışınlarla birleşerek düşüyor. Onu izliyorum. Şelalenin altında yıkanıyor. Pürüzsüz bir heykel gibi görünüyor.

Bir Yere Varmamak - 1

Sessiz insanların diyarına gökten kapkara şeritler yağıyordu. Bu kadar siyah bantla ne yapabileceklerini düşündüler. Önce çocuklarını odalarına kilitlediler. Ardından hiçbir şey söylemeden şeritleri yerden alıp, gözlerine bağladılar. Beklerken içlerinden bazıları sıkılıp hareketlendi. Diğerleriyle çarpıştılar. Duran gözleri bağlılar kendilerine çarpanların boyunlarını kırdı. Geriye yalnız duranlar kaldı.

Not: "Bir Yere Varmamak" isimli bu seri, bir yere varmayan küçük yazıcıklardan oluşmaktadır. Köşelerinde taslak taslak duracaklarına, hiç olmazsa birleşip kofti de olsa bir seride toplandılar. Bazı cümleler, sonuca ulaşmasalar da bir anlam ifade edebilirler.

14 Temmuz 2009 Salı

Davetsiz Misafirler

Kapı zili gürültüyle çalıyor. Sesi normalden yüksek işitiyorum. Bunun olası sebeplerini sıralıyorum:
1. İnsanlar birbirleriyle gitgide daha az şey paylaştığı için dünya sessiz bir yere dönüşüyor.
2. Çirkinlikleri görmeyi reddettiğim için işitme duyum gelişiyor.
3. İçinde bulunduğum evren daralmaya başladığı için zile fiziksel olarak daha yakınım.
4. Kapıdaki mesele önemli veya acil olduğu için zilin sesiyle uzaktan oynanıyor.
Açmaya giderken hangi olasılığın doğru olduğunu anlamaya çalışıyorum. Kapıda çelişkiler var. Cevabı kestiremiyorum.

Gitmeli mi kalmalı mı ayakkabılarıyla içeri dalıyor, nedenini çözmek güç değil. Bekleyip görmeli mi harekete mi geçmeli tek kişilik koltuğun ucuna ilişiyor. Rahatlık mı hürriyet mi sıcaktan bunalmış, soğuk bir şey içmek için mutfağa gidiyor. İzin istemiyor. "Dolapta maden suyu var, bir tane de bana getirir misin?". Sesleniyorum ama duymuyor, sükuneti bozmamalı mı avaz avaz bağırmalı mı? Etrafıma bakıyorum. Yeni yüzler var. Yanında olmak mı özlemek mi? Sevmeli mi özgür mü bırakmalı? Kimisini tanır gibiyim. Çocukluğum çok mu uzakta büyümek için geç mi kaldım? Geçen yaşgünümde mi tanışmıştık, hatırlayamıyorum. Yalnız ve tavizsiz mi kalabalıklar içinde ve tükenmiş mi, çok yer kaplıyorsun dostum, salonum yeterince geniş değil. Androidler elektrikli koyun düşler mi? Şaka yapıyorum, herkesin yüzü gülüyor.


Bir noktada içeri gidiyorum. Camdan dışarıya baktığıma gördüğüm manzara beni şaşırtmıyor. Belirsiz hayatım birinci kattaki evimi bir yedinci kat gerçekliğine taşıyor, temmuz ayında lapa lapa kar yağıyor. Bir anda kapkara uzun saçlara ve tortusuz bir göğüs kafesine sahip oluveriyorum. Gamsızın önde gidenine dönüştüm derken işin doğrusunu kavrıyorum. Çelişkilerim o denli canlı ve çok ki, kimi zaman hepsi birbirini götürerek bendeki beni huzura kavuşturuyor. Bunu elbette yedinci kattaki ben hissediyor. Diyor ki, "Tercihsizlik seni öldürüyor". Hışımla salona giriyorum, gözüm hiçbir şey görmüyor. Elime geçen ilk çelişkiyi tuttuğum gibi binadan aşağıya fırlatıyorum. O güçle dağ gibi adamı nasıl kaldırdım bilemiyorum. Pencereye yaklaşıyorum. Gülümsemekten kendimi alamıyorum. Tamam mı devam mı havada asılı kalmış bana bakıyor. Ya ne olacaktı? Barbarlığı bırakmam gerekiyor.

Birkaç saat oturduktan sonra kalkıyorlar. Aslında tatlı bir sohbetleri var, kendinden emin olmayanların samimiyetine sahipler, bir yandan da egomu şişiriyorlar. Hepsini yanaklarından öperek uğurluyorum. Çalışmalı mı azıcık daha yatmalı mı henüz çok küçük, ayakkabılarını bağlamasına yardımcı oluyorum. Hepsiyle dönem dönem tekrar görüşeceğiz ama yakın zamanda böyle topluca buluşmayacağımızı tahmin ediyorum. Küs kalmaktansa boş konuşmayı tercih ederim, şikayet etmektense acı çekmeyi tercih edeceğim gibi. Şu eksik halimle mutlu olabiliyorum, düşlerimden vazgeçmediğim gibi. Düşlemek mi gerçekleştirmek mi? Bak bunun cevabını bilmiyorum.

25 Haziran 2009 Perşembe

Özgürlük Belli Belirsiz Bir Hatıra

Uzayın ne olduğunu çizgi filmlerden öğrendiğim an, büyüyünce uzay polisi olmaya karar veriyorum. Uzay boşluğunun (aslında herhangi bir yerin) neden polise ihtiyacı olsun, diye düşünemiyorum. Yarattığım kavramdaki dehşetengiz ironiyi fark edemeyecek kadar bilgisizim. Geniş hayalgücümü kısıtlamam için başkasına gerek yok. Özgürlük ülküsünü belki de ilk o zaman kirletiyorum.

Ondokuz yıl önce, resim yapmayı bırakmayı reddettiğim için, sınıftaki otorite figürü tarafından sandalyemin alınmasıyla cezalandırılıyorum. Boyum yeterince uzun, dizlerimin üzerinde de masaya yetişiyorum. Anasınıfının Gandhi'siyim. Beş yıl sonra, modern bilimin yüzüne karşı kahkahalarla gülüyorum. Durmak için çaba sarf etmiyorum. Onbeş yıl sonra, çok temiz ve yabancı bir tuvalet kabininde gözyaşlarımı tutamıyorum. Haksızlığa uğramışım, titremeden konuşmaya çalışıyorum. Kafamı dağıtmak için onsekiz yıl önce ağzımla siren seslerini taklit ediyorum. Önceki gece Polis Akademisi izlemişim. Bütün başlar bana dönüyor. Uslu ve uzun boylu olmak dışında hiçbir yeteneğim yok. Uzayda değilim. Onsekiz yıl sonra uzaktayım ve yalnızım. Yedi yıl önce çok yakındayım ve yalnızım. İki yıl sonra iyi ki yakındayım. Kurallar artıyor, onları metanetle karşılıyorum. Dört yıl sonra yerküreye daha çok bağlanıyorum. Şefkatle ayaklarımı sarıyor. Oysa iki yıl önce uzaya çıkmak üzereyim. Gerçek hayallerimin hangileri olduğunu üç yıl sonra anlıyorum. Onbeş yıl önce, bir kuş tüyü için sokak çocuklarını karşıma alıyorum. Küçük şeylerle mi uğraşıyorum? Çünkü üç yıl önce de epi topu bir böceğin peşinden kendi Odyssey'imi yazmışım. Kendi kafam çok karışık olduğu için, on yıl sonra başkalarının da kafasını karıştırmaya başlıyorum. Bir yıl sonra ayaklarım duvarda, dünyayı güzellik kurtaracak bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Yedi yıl sonra o kadar emin değilim. Hep dünyayı düşünüyorum. Bu kadar tanımadığım bir gezegeni, niye hep düşünüyorum? Dört yıl önce dört yıl boyunca onu tanımak istiyorum. Beni seven bir yakınım, ben, ben olduğu için bunu yapamayacağımı söylüyor. İnsanlara hayallerimi açmak istemiyorum, altı yıl önce hemen kırıyorlar. Üç yıl önce başarısız olmaktan çok korkuyorum, hasta oluyorum. Onüç yıl sonra hiçbir şeyden korkmuyorum, dağdan atlasam kılım kıpırdamaz, biliyorum. Beş hafta önce, altı hafta önce özgürlükten ne anladığımı düşünüyorum. İki hafta sonra, özgürlüğü gamsızlıkla karıştırıyorum. On ay önce sert sessizleri yumuşatmayı bırakıyorum. Beş ay sonra yalnız başıma sinemaya ilk defa gidiyorum. O kadar çok eğleniyorum ki, zaman iki saat boyunca akmayarak bana hediye veriyor. Oniki yıl önce, kendi sesime yabancılaşıyorum, hemen büyümek istiyorum. Hemen büyüyorum. On yıl sonra rahat ve amaçsızım. Bir yıl sonra bir filmde, hayatının en güzel gününü aklına getir diyor. Yirmidört yıl öncesine kadar gidiyorum, benim öyle bir anım yok. Beş yıl önce duygusuzluk antremanları yapıyorum. Çok başarısızım, kafam da az çalışıyor. Bir yıl önce zehir gibiyim, beynimin ön lobu canavar gibi işliyor. Altı yıl sonra yorgunum, risk almamaktan yorulmuşum. Beni oraya bağlayan çok şey var. Sevgi dolu, pembe bir ağ örgüsünün içinde kıskıvrak hapsolmuşum, kurtulup gitmeye çalıştığım yer ise, benimkinden iyi olmayan bir hapishane. Yedi yıl önce kötünün iyisini tercih etmek zorunda mıyım? Teslim olmak zorunda mıyım? Nefesimi kontrol etmekte zorlanıyorum. Uzayda olduğumu hayal ediyorum.


Galaksinin merkezinden gelen ışıklar, beni kendi zincirlerimle mahkum olmaktan kurtarın. Gri özgürlük giysimi beyaz ışınlarınızla parlatın. Üzerime gerçekleri görerek, hakikatlere hayran olarak ve doğruları söyleyerek yaşama gücü biçiminde yağın. Bugün değişmek için güzel bir gün, şemsiye almıyorum..