9 Ocak 2013 Çarşamba

Kırmızı Balon


1956 tarihli kısa film klasiğinde balonun kişileştirilişine dikkat. Bir yarım saat ayrılıp izlenesi.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Yalnızız

Duvara gömülmüş eğri büğrü bir kitaplıkta karşıma çıkmıştır, adıyla etkilemiştir, gel gör ki kapağı kaldırılmamıştır. Yalnızız. Ne kadar da gerçektir.

Yalnızlık aslında bir düet şarkısının iki yarısını da kendin söylemeye mecbur olmaktır. Rezil olursun, kimse bilmez, komiktir, içinden veya dışından gülersin, fark etmez. Heyhat, duvardan seken bir fısıltı bile uzun susuşlara yeğdir, yoksa sesine yabancılaşırsın. Fiziğin dünyasında hiç bir nesne bir başka kuvvetin etkisi olmadan hareket etmez, edemez zira eylemsizlik kararı almıştır. İşte yalnız insan, doğasından gelen ve bir anlık kızgınlıkla alınmışa benzeyen bu kararı bozamaz, o kuvveti bulamaz, yorucu bir duygudur, zincirleri kıramaz, duvarları yıkamaz, kuvvetle (ama bahsettiğimiz kuvvetle değil) muhtemeldir ki oturduğu yerden bile kalkamaz. Zaman geçtikçe sade derisi kalınlaşır, çünkü kimselerin haberdar olmadığı bir geçmişte ruhu çok defa incinmiştir, zarafetine nasıl kıymışlardır Allah bilir. Ne yapsın, herkesin bir tekrar deneme eşiği vardır. Süt testisine düşen kurbağa misali; çabalamayan boğulur, çok çırpınan kaymak bağlatıp kendini dışarı atar, fakat tüm heyecanını bir beyaz okyanusta yitirmiştir, üstüne üstlük her yanına tortu sinmiştir. Yalnızlığın kokusu, tıka basa dolu otobüste yanı boş kalan ayyaşın, torbasında unutulup küflenen ekmeğin, daha kış gelmeden havasız kalan bir apartman dairesinin kokusuna benzer. Evden çıkarken anahtarı unutma tedirginliğinin yarattığı mikro kalp çarpıntısı kadar gürültülüdür etraf. Ve hayal kırıklığı genellikle oradadır, sebep saymaya gerek yok. Üzüntü paylaşılamaz, huzur ancak içeride bulunabilir, başkaları konudan bağımsızdır. Sevinçlerinse paylaşılması gerekir, tehlikeli duygudur, paylaşılmayan sevinç her an yerini kibir, öfke ve sonunda vazgeçmişliğin harmanına bırakabilir.

Bir sinsi türü vardır yalnızlığın, beklemediğin anda vuran, o da zaman zaman kalabalıklar içinde belli eder kendini. İnsan anlaşılamadığında, boşa konuştuğunu fark ettiğinde, evde yaptığı yuvasına kaçıp saklanan çocuğa döner. Frekansların tutmaması büyük şanssızlıktır, iyi niyet her zaman kanaat notunu arttırsa da değerlendirme kriterinde mevzubahis değildir. Seslere kulak verdiğinde, cisimlere çok dikkatli baktığında, çoktandır bildiğin yüzlerin birer yabancı olduğunu anlayıverirsin. Çok eğlendiğin bir gece yarısında, tebessümünü bile yarıda kesecek şekilde olduğun yerde donup kalmak, kendi kendine orada ne aradığını sorgulamaktır; tartan pistte koşarken aklına takılan stres kırıntısıdır yalnızlık. Belki birbirini o kadar çözmekten, artık karşılıklı güven sağlayamamaktır. Bir de yalana başvurmak vardır ki, orada kendi kendini katıksız hapse mahkum etmiş olursun. Yalanın yoğun takip gerektiren dünyasında kendi kafanın içiyle başbaşa kalakalırsın.

Yine de dert etmeye gerek yoktur. Avcundaki çizgilerin en uzununa tek başlayıp, yolun sonunu tek bitireceğini unutmamak gerekir. Hakikatte kimse tam anlamıyla yalnız değildir. Rüyaların, ideallerin, duaların ve koruyucuların her zaman yanında olacaktır. Düşler Tarlası'na göz kırparak diyebiliriz ki, insanlar gelecektir.

13 Nisan 2012 Cuma

Onun Her Anı Heyecan Dolu

Güzel bakan gözleri güzeli görürdü. Aklından kim bilir neler geçerdi. Yavru kedi gibi ürkek yürürdü, adımları duyulmazdı, her defası ayrı bir sürpriz, oysa aynı heyecandı. Uykusunda dünyayla pazarlık ederdi, o mutluyken az daha yavaş dönsün isterdi. Kelimeleri tane çilek gibi tatlı, itiraf etmek gerekir ki hitap edene afrodizyak, hitap etmeyene alerjik etkiliydi. Hem renkli hem de sade olabilirdi, gariptir bunu aynı anda da başarabilirdi. Onunla yaşam, bir Bogart/Bacall filmine benzerdi. Çekim vardı, mücadele, karizma vardı; sonuçta güçlü bir anlaşma umudu oluşturan altruist ve fakat adı konulmamış aşk vardı.

Onu düşünmek şunun gibi bir şeydi.. Tam yerinde akla düşen bir şiir dizesi, yüksek sanatın içinde bir yerde tasvirsiz uyumlarda buluşan kontrastlar, sonunu hatırlayamadığın bir klasikte özdeşleştiğin yan karakteri anımsamak, dalga geçerken gerçeği görmek, gündelik hayatın endişesinin seni uyur-uyanıklıktan çekip çıkarmaya çalıştığı anda gösterdiğin birkaç saniyelik direniş, öylesine giydiğin bir gömleğin çok yakışması, beğenilmek ve tebrik almak, doğru seçim yaptığın bir tatlı tabağının henüz başlarında olduğunu fark edip sevinmek, genç hissetmek ve zaten genç olmak, esasında temelde uzun bir yola çıkmak, freni unutmak, yorulmak ama yoldan keyif almak..

Cesaret ihtiyatın bittiği yerde başlardı. Ümit gönlünün ekmeğiydi.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Aşk Üzerine Kısa Bir Yazı

Kuş olsan yutak diyeceğim, öyle de değil ama, böyle tam boğaz gibi de değil; neyse, işte oralardan karnına doğru bir sıcaklık yürür bazen. Vücut ısın hatırı sayılır derecede artar, yanakların da kızarmıştır. O an konuşamazsın zaten, bir soruya cevap vermen gerekiyorsa daha beter saçmalarsın. O an beynin tekinsiz bir ev gibidir, düşüncelerinin kapısı gıcırdayarak açılır, seslendiğinde tek duyduğun yankıdır. Ayakta durabiliyorsan öyle kalmak daha iyi, oturmaya çalışırken düşen çok olmuştur. Kelebek etkisinin canlı örneğisindir, havadaki en ufak olumsuzluk seni Ithaka yollarında perişan olan Odysseus'a çevirebilirken, dikkatli bakmasan göze çarpmayacak bir umut kırıntısıyla savaş meydanındaki William Wallace karizmasını yakalayabilirsin. Arkadan rap müzik çalar, adımların ritm kazanır. En güzel şarkıları layıkıyla söyleyebileceğinden o kadar eminsindir ki. Kahkahalarında seviye sorunu yaşayabilirsin, kendini tutamayabilirsin. O an zincirlerin sana pek kırılası gözükür; duvarların yıkılası, engellerin aşılası olduğu, tüm evet/devam/ok/tamam/kabul et butonlarına basabilmenin possible olduğu, bıraksalar dev adımlarla turlayıp gelebileceğin küçük bir dünyada yaşıyorsundur artık. İnsanın aynı anda hem bu kadar algıları açık, hem de bu kadar gözleri kör olabilir mi (not:teknik olarak olabilir)? Esasında pozitif olmak için renkli taşlara ihtiyacın yoktur, duyguları dışa vurmak için çime çiçeğe şifreli notlara da ihtiyaç duyulmaz. Gizlenme genç; zaten titreyen sesin, nereye saklayacağını bilemediğin ellerin, bir de her geçen gün mum gibi eriyip buna rağmen üstüne başına tütükırkbirkeremaşallah bir güzellik gelen bedenin seni ele verecektir. Hiç dudaklarını ısırma, durup dururken melankoliye bağlamanın da alemi yok; 90'lı yıllarda pop müzik dinlemiş olmak insanı derinden yaralayabilir, kediyi merak ve fazla romantizm öldürür, uyma onlara.. Yapman gereken, spontan nirvanasına ulaşmak isteyen her ruhun geçmesi gereken adımlardan geçmek, sonuçta da durumunu olduğu gibi kabul ederek huzur bulmaktır. Bugündür, aslında dündür, yarındır fark etmez, ortada tek gerçek vardır.

Aşıksındır.

Walk off the Earth

Harika..

7 Aralık 2011 Çarşamba

Soylu Hayaller

Çok mutlu ya da çok mutsuz olduğunda kurduğun hayallere kanma. Biri tamahkarlığa göz kırpmaktır, "şu güzel andan başka ne isterim ki" retorik sorusuna cevap vermektir, çünkü hep daha fazlasını hayal edersin. Diğeriyse kendini kaybetmemek için zihninin bir savunma mekanizması koymasıdır, "aslında olaylar sandığın kadar vahim değil" demesidir, sanaldır yani.

Gerçekten saygıdeğer hayaller; ortada belirgin bir olasılık yokken, yazı tura atılan para havada asılı kalmışken; henüz o, peri masallarında veya zeka oyunlarında sıkça karşına çıkan ikiye ayrılmış yola gelmemişken, duble yolda -öyle pek de trafik olmayan saatlerde ilerlerken; ne tan doğarken, ne güneş batarken; terlemezken ve de üşümezken; yani normalde hayal kurmanı gerektirecek / sebebiyet verecek gerek ve yeter şartlar oluşmamışken ortaya çıkanlardır. Bu çoğu zaman kendinle ilgili değildir, ihtimal bir kişiyle bile ilgisi yoktur. Soylu bir hayal, babanın herhangi bir anomali göstermeyen (üstün/düşük zekalı olması, iki burunlu, üç ağızlı veya k.t. olması gibi) çocuğunun istikbaline ilişkin kurduğu zararsız hayaldir. Bir tuğla binaya bakarken, insanın gözünde çakan gelecek düşleridir. Otobüsle Manisa'ya gitmezken, uzaya gitmeyi beklemektir. Çok tanımadığın, öyle görür görmez de vurulmadığın bir yüzü özlemektir.

Çölün ortasındayken, kapalı kutudaki koyunun (schrödinger'in koyunu?) nefes aldığından emin olabilmektir.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Saf ve Düşünceli Günlükçü

Günlük tutmanın iki türü vardır:

1. Adına yakışır biçimde, tarihi de sakınmayıp, günü gününe veya neredeyse günü gününe; normal bir deftere, ajandaya ya da tercihen asıl işi kırtasiyecilik olmayan kitapçılarda satılan tarz ciltli defterlere; o gün ne yaşandıysa olay atlamadan ve fakat duyguları, yargıları da işin içine katarak - yani bir nevi dış zamanın nesnelliğiyle, iç zamanın öznelliğini tanıştırıp çöpçatanlık yaparak; başka bir nevi yıldızları kararlılıkla sayan adamın ciddiyetiyle, sabah olduğunda sokak lambalarını dolaşıp söndüren adamın gizli heyecanını aynı mimiğe yorarak - aktarmak.

2. Görev kabilinden uzak, hayatın pik ve dip noktalarına varmaya az kaldığında veya duygu patlaması, düşünce bombardımanı, olayların fişeklemesi, insanların fişteklemesi gibi bir değişkenin etkisiyle veya yazmazsam çıldıracağım haklı algısına gark olunan zamanlarda veya (örneğin) on beş gün önce vuku bulan bir anıyı tekrar değerlendirip, şimdi belleğin - ders çalışsın diye yanına gönderilen bir komşu çocuğu gibi tembel ve umursamaz olan belleğin - unutma özgürlüğünden, tükenmez kalemin bir de uzayda çalışsa tam olacak gaddarca kalıcılığına taşıma isteği söz konusu olduğunda; vazgeçilmez biçimde yine tarz bir ciltli deftere; peşin hükümlerden, önyargılardan, yanlış çıkarılan sonuçlardan, yanlış anlaşılan davranışlardan, yanlış hatırlanan gerçeklerden bolca katılan et suyuna çorbaları içerek büyüyen koskoca değerler okyanusunu kusmak.


Bunların hangisinin doğru olduğuna kimse karar veremez. Doğrusu, on üç yaşında bir kız çocuğu veya (yaştan bağımsız olarak) aşık değilseniz, zaten günlük tutmayla çoktan yollarınızı ayırmışsınızdır. Vakit olmayabilir, ilham gelmeyebilir, günleriniz yazmaya değecek kadar ilginç geçmiyordur, fiziksel olarak yazma uzvunuzu yitirmişsinizdir veya çok ekstrem de olsa, gece çalışıp gündüz uyuyor olabilirsiniz (soru: bu neden engeldir? cevap: çünkü bütün günlükler gece yazılmalıdır). Bunun haricinde hala günlükçü tayfadaysanız, hele hele birinci tip katip günlüğünü tercih ediyorsanız; ya çok azimlisiniz ya da istisna olmaya heveslisiniz. Buna karşın şunu da kabul etmek gerekir ki, günlük tutmayıp da ne yapacaksınız. Kendi beyninizin içi, duvara dert anlatmak gibidir, yankı yapar. Bazı olasılıklar konuşulmaz, konuşunca gerçek olacağından en ilkel korkularla korkulur, dolayısıyla çoğu zaman diğerleri de çözüm değildir. Anonim bir alıcıyı sürekli garanti eden sosyal medyada, gizemsiz yaşamına sıklıkla ve bayağılıkla değinmek, boktan bir kitaptan veya araba camı çıkartmasından alınma feylesofyayı inanarak - isteyerek paylaşmak yetmez. Yazmak, çizmek gerekir. Sanat, yüksek sanatlar, bir çok kökeninin bir yerinde yalnızlığı da barındırmaz mı zaten?

Blog günlük müdür? Önlerde oturan genç sesli arkadaşın söylediği gibi: bu bir pipo değildir.

15 Kasım 2011 Salı

Kulağa Çalınan


Ilık bir müzik sesi duyuyorum, tadı şeye benziyor.. Hani böyle sıcak çay gelir, az bekleyip sonra bir yudum alırsın ya. Çay demini mükemmel almıştır, ağzını da yakmaz, istesen bir dikişte içebileceğini bilirsin. Yine de keyfini çıkartmayı tercih edersin. İşte bu ses de onun gibi. Tahmin edileceği üzre bu bir kadın sesi. Fakat kadın yaşsız, ırksız, şarkısı zamansız, dili bağımsız. Melodi bedensiz, seni sarıp sarmalayan esîr gibi, akışkan ve dolu. Parmak uçlarım titreşiyor, hissedemiyorum ama biliyorum. Her şey titreşiyor. Dilersen dünya kütlesinde bir hamuru, dev anası bir oklavayla açıp kurut, ister dürbün dürüp uzak ışıklara bak, ister kervan karıp yerçekimsizliğin basamaklarını tırman, nerede oluyorsan ol, ne yapıyorsan yap: titreşimi hatırla, müziği duy.