19 Aralık 2010 Pazar

Kitaplar Çiçek Açtı


O an sırtımı raflara dayayıp ayaklarımı uzatmış olsaydım, açtığım kitabın arasından kayan gül yaprağını dağılmadan koruyabilirdim. İhtimal bir genç kız kurutmuştu, o sıra yine ihtimal aşk çoktan bitmişti, fakat unutulan genç oğlan ayakta kalırken, terk edilen çiçeğin düşüşü, narin bütünlüğünün sonu olmuştu. Ne yapalım, kütüphanede yere oturmak, sadece filmlerde yapılan bir hareketti. Gerçekler soğuktu.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Hiç


Beni ben yapmak ne demektir?

Ceplerim çok dolu, boşaltmak gerek.

Belleğimdeki, hiç yoksa geçmişimdeki tüm filmler, kitaplar, şarkılar; gezip gördüğüm, gidemeyip içimde ukde kalan yerler (o denizin mavisi -insanın gözleri yaşarır, otuyla beliyle toprak kokan köyler, bir gizli köşe var ki yalnız kral kelebeklerine aittir, dünya nedir -epi topu 40.000 km dön dolaş yine gel); yediğim ekmek, içtiğim su, gezegenin tüm bitki ve hayvanlarının çeşitlemeleri; hoşlandıklarım, hayranlık duyduklarım, sevdiklerim, çok sevdiklerim, beni seven, sayan, arayan, özleyen, hatırlayan tüm insanlar.. Diyelim, hepsi gitsin.

Ama benim inandıklarım var; duygularım, düşüncelerim, benden öteleri hayal eden zihnim, uzaklardan doğruyu fısıldayan iç sesim, anlamaya çalışmaktan başka elden ne gelir, zaman kısıtlı, nadiren dışına çıkabildiğim zaman duyum.. Hepsini elimden alsınlar.

Sıcaklar yine gelsin, ceketi atayım; gömlek, fanila, yeter mi, hiçbir şey kalmasın; bedenimi saran deri, iskeletimi örten dokular, iliğim, kemiklerim, hepsi gitsin.

Tekrar doğmak, özgürlük, hakkıyla yaşanmış hayatlar ne şans.. bunu bile verdim diyelim, şimdi ne orada ne de buradayım.

Geriye ne kaldı? Hiç değil mi? İşte o hiçlik, gerçek benin ancak gölgesini oluşturabilir. Yaklaşamazsın, seni yakar. Bir desteyi on parça tümler, bir asırda binikiyüz ay vardır. Sonsuzu sonsuza bölmek, her şeyin hiç, hiçin her şey kadar önemli olduğunu kavramaktan geçer.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Geçmişinin İmgeleri Çizgeleri Boyladı


Çocukluk hayallerime, bazen otobüs camından geçen bir gri duvar, bazen son sayfası içten veda satırları içeren bir defter, bazen eski komşuların kapısından gelen kokuyu bambaşka nesnelerde duyumsamak (çiçekyağlıkarışıkkızartma yeşilzeytinyağlısabunla yıkanmış gibi) formunda rastlarım. Yüksek eşyaların üstünden fotoğraf albümlerini indiririm, gözlerim aynı bakmaktadır. Tuhaf, belki en çok albümü de çocukken karıştırmışımdır. O, bir noktada sararması kesin yapraklar, dinlediğim afacanlık öyküleriyle birleşerek hafızamın sıradanlık arzusunu doyurur. Bir çeşit anti-egodur bu, anlatılmış hatıralar, küçüklü büyüklü tüm travmaları ezberine kazımayı görev edinmiş hücrelerimi zararsızca uyuşturarak teskin eder. On yaşında aklımdan geçenler naif görülebilir; oysa detayların çokluğu, sınırlı bilginin nefes alan bir ada gibi genleşip daralmasından doğan matematiksel kesinlik (modern bilimin övünç kaynağı, bu limitlerin gözbağı mıdır?), henüz bir şey yaşamamanın verdiği özgüven, yetişkin beni çırılçıplak, savunmasız bırakıverir. İnsan gizliden gizliye, kendi çocukluğunun bir gün karşısına dikilip hesap sormasından korkar:

Ç: Her şeyi planlamıştım, zaman da boldu, nasıl başaramadın?
Y: Hayat gailesi.

Yetişkin hayallerim çok yüzlüdür. Sahip olduklarım, getirdiklerim, tecrübe ettiklerim, en çok da tercih ettiklerim bir beherglasta kristalize edilir, odak noktasından zamanın ışığı geçince, ortaya sayısız geleceklerimin huzmeleri dökülür. Pek azı mümkün olacaktır. Aynı noktadan geçebilecek doğruların sınırsızlığı yine şaşırtıcıdır. Bu sırada, uzakta ve yakında çocuk ben bana bakmaktadır. Göz göze geldiğimizde yapılacak yanlışlardan bazıları:
1) Göz kaçırmak (kaçabilirsin ama saklanamazsın)
2) Küçük görmek - çünkü artık daha çok şeyi anlayabiliyorum (oysa fark edip bir şey yapmamak daha vahimdir)
3) Geriye dönüp kollarına atlamak - duyguları birbirine girmiş sarhoşlar gibi olabilirim (özledin belki, ne var ki hep ileri gitmelisin)

Uykudan önce yeterince gücüm varsa, düşüncelerimi geriye sarmaca oynarım. Oraya nereden geldim, gelirken neleri gördüm, hatırlamak zor olmaz. Tekrar ileriye doğru akarken, herhangi bir düğümdeki başka bir fikre çengel atarsam, iki çocuk düşünce içeren bir ağacım olur. Ağacım zıt yönlerde dallanırken, bu defa ters yönde araya bir çengel atarsam, iki farklı yolu birbirine bağlamış olurum. Bu çengelleri çoğaltarak böyle n tane daha yol açsam, sonra da geriye sarmayı denesem.. Nereden gelmiştim? Geçerken neleri görmüştüm? Nereye gidiyordum? Yolu bulmamın tek yolu, olduğum yerde yükselmektir. Rüyaya dalarım. Gerçeğe yaklaşmak için düşlere uzanacağımı, öteyi hatırlamak için beriyi unutacağımı öğrenerek gülümserim.

22 Ağustos 2010 Pazar

Uykuya Dalıp Dipten Düş Çıkarmak

Uykusuzluğun da REM evresi vardı. Sırasıyla uykuya direnme, uykusuzluğu açlıkla karıştırma, bezme, durgunlaşma ve sinirlerin laçka olması evrelerinden sonra geliyordu. Bolca göz kırpma içeriyordu.

Gariptir, hayatının bir döneminde herhangi bir sebeple nöbet beklemiş olanlarda bu biyolojik durum yüzeyin çok altında gözlenirdi. Velâkin bastırılmış uykusuzluk (bastırılmış yalnızlıkla bir örnek), fi tarihinde kişinin karşısına dikilerek, her kötüden bir iyi çıkacağı gibi - doğrusu her işin olması gerektiğine varacağı gibi - kişiyi göz altı torbaları denizinden mutlu rüyalar okyanusuna taşıyacaktı.

Uzun yoldan eve dönende, emek isteyen bir işi bitirende, bir daha uyanmayacak olanda bir de gerçekten ihtiyaç duyanda öyle yoğun bir uyku olurdu ki, çok yaklaşsan o bulut diyarında süregidenleri duyabilirdin bile.


Nitekim henüz doğmamış güneşe uyanmak, belki bu döngünün en güzel bombesiydi. Kim bilir oralardaki ruhlar, ilk neyi görmeye bu denli sevinirdi?

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Where's Waldo

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Özgür Adamın Günlüğü

Rutine bağlayan adamın hikayesidir bu:
"Bir gün daha diğeri gibi geçip gidiverdi işte. SON."

Olmaz dedi, bugün bari olmasın. Bu akşam (yine akşam diyor, belli ki işten gelmiş, her şey akşam yapılmak zorunda) gerçek ilhama yaklaşmalıyım, dedi. Evde kalmak istemiyordu, fakat dışarda olmak da değildi istediği. Yeni bir saat de parçalanmış zamanın izini aynı sürüyordu, buradan Hindistan patlak pabuçlarla da pek uzaktı. Bombelen sen de asmigmatlar gibi göz merceği, bir masumiyeti daha az güzel gösteremez ki kusurlu göz bebekleri. Hapiste bir ömür daha geçiremem, dedi, duvarlar değer yargılarıyla örülü -trambolin kar etmez. Korkacağınıza, onu kaybediniz mümkünse, yeğdir. Unutunuz onu, aramayınız, sormayınız, bir haber bir mektup (kaldı mı?) bir fotoğraf bırakmayınız. Diri diri gömünüz onunla ilgili anıları, çünkü o, o değildir bundan kelli. Ben, ben değilim artık, diye düşündü, belki ben hiç o zannettiğim kişi olmadım ki. Refleks olarak mı güldüm hep, o tuzlu gözyaşlarının tadı güzel diye mi ağladım hep, hep sevdiğimi zannetiğim için mi baktım insanların arkasından, ritm duygum iyi diye mi hep yerimde saydım?


Bir dağ var. O masal dağları gibi değil, ilkokul çocuğunun resmi gibi küçük Everest de değil, Rocky 4'teki gibi uzayan, ama ilk bahar zamanı yeşillenmiş dağlar. Koşuyor dağlarda, dikkat et adamım, bedenimde mahsur kaldım deme, aslında nelere gücün olduğunu bir bilsen sevinçten uçarsın bile. Rüya mı görüyorum, dedi. Yüksek çıkıyordu sesi, kontrol edemiyordu, yankılanıyordu dağlarda: "Ne güzel, ne güzel özgür olmak".

Sonra salon bayağı dolu, insanlara doğrusunu söylemek başta zor gibi görünse de, seni yükseltecek şeylerden biri de aşık cesareti:
"Çiçeklerin kokusunu çalmayı bırakalım, hücrelerimizin yapıtaşlarını bir hayvanın kanında aramayı, toprakla alışverişimizde plastiğin ardına saklanmayı terk edelim. Sahte efendilere hizmet etmeyelim, birbirimizi karanlığa itmeyelim. Biraz paylaşmaktan imtina etmeyelim, çok sevmekten vazgeçmeyelim. Dua edelim, akıl edelim, isterse yüz defa tövbesini bozsun, bir başkasına yine merhamet edelim. Gözlerimizi göklere dikelim, merak edelim, gayret gösterelim. O nektarlı bahçede de olsak, kuru bir bataklığa da düşsek, umudumuzu, insanlığımızı kaybetmeyelim. Herkesin hakkını bulduğu gelecek yakındır, uyumayalım.."

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Sevgi Emekti











Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, işte bu yüzden hâlâ en iyi Türk filmi olmayı sürdürüyor.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Senin Olanı Korumak - 3

Luis Suarez belki final maçında bile yer alamayacak. Yine de oynadığı kumarla hem kendisi tarihe geçti, hem de ülkesine üçüncü kupa yolunda hayat verdi. Gana'nın hakkını yemedi, topun kaleye gitmesini engellemek için elinden (!) gelen son şeyi yaptı, gerisini de şansa bıraktı. Sonuçta kendisinin, takımının ve ülkesinin dünya kupası heyecanını korumuş oldu.

Fair-play değil diyenleri Asamoah Gyan-Bugs Bunny ve Arkadaşları Spor Okulları'nda çaya beklerim.

29 Haziran 2010 Salı

Yani, Duvarın Arkasındaki Dışarıyla

Gayeli devrik cümleler kurardı.
Çok yalnız kalınca üzülürdü, ağlardı. Oysa yalnız bırakmazlardı ki.
O yıllarda (sade o zaman mı?) memleketinde sevgi kuraklığı vardı, insanı güneşe bile susatırlardı.
Upuzuuun bir selviye benzerdi, öyleki kelimeler ağzından dökülüp yere düşene dek epey vakit geçerdi; konuşmazdı, gürlerdi. Sanki hiç küçük olmamıştı.
Kadınlar severdi onu, bebek sever, aşık sever gibi; Douglas Fairbanks'e, Errol Flynn'e, çok sonraları Brando'ya hayran olur gibi; ki kahrederdi onları, bırakıp giderdi -her bıraktığını hatırlar mıydı, tek unutmada yeteneksizdi herhal..
Atomun gölgesinde kalmış, savaşta mahpus, denizde kaçak düşmüş, insanın yanında insana, örneğin yeni boyalı bir hanenin, bir daldan doğan kardeş yediveren güllerin yanında kendi içine bakan; etinden-kemiğinden de derinde meknuz bir garip alem vardı; kimseler anlamazdı, herkesler paylaşırdı. Şimdi seneler sonra bile bir üşütüp bir ısıtan, yüreğine faça atıp tuz ile tütün basan o sözler, düşünerek bulunamazdı.
Yazı masası mı vardı, gramofona mı okurdu, balkonda sigara tellendirirken mi bulurdu bir güzel uyumu, yoksa gecelerini mi verirdi uygun düşecek kelîme uğruna? Bilmem, merak ederim (orası ayrı). Şiirlerinde neyi yaşıyordu?
Tanımadım, az okudum, pek sevdim, iyi insandı. İyi insandı.

30 Nisan 2010 Cuma

Yandan Çarklı

Bizim buraların vapurlarında, ne başta ne de kıçta oturacak yer vardır. Yani, sırtını vira bismillah yol alan teknenin rüzgarına verip, şöyle bir ağız tadıyla, boğaz tuzuyla zatürre olamazsın. Ben sana hiç yan bakmadım sevgili şehrim, martılara klark çekerek geçti şu muhafazakar suüstü seyahat maceralarım. Oysa anlatacağım düşteki beyefendi, vapurun, tabiri caizse kukuletasında, değilse şampanyasının kırığında; vikinglerin sirenleri kandırmak için boyadığı denizkızının kuyruğunda, olur da batacak gibi olursa farelerin acil çıkış yapacağı minik kapının hemen üstünde, titanikten cekin çıkmaz kalemle gözgöz yazdığı koltukta oturuyor. Yanında kansızlıktan saydamlaşan bir kadın var. Siyah beyaz bir filmdeler sanki, artlarındaki perdede hiç varılamayan bir köprü var, geminin ucu görünüyor orası kesin, geri kalanı meçhul, bir tek adamla kadın gerçek.

İşte o sırada perde yırtılsa, gemidekiler (dediysem bizim ikili) olsa olsa bir uskumru boyu yol gittiklerini fark etseler, kadın ağlasa, dahası adam ağlasa. Antrparantez, adam filmin önceki kısmında gözyaşı dökmüştü; kadından gelen bir mektuba limon sıkıyordu, kağıt da saydamlaşmıştı, ardından kadının gül yüzü seçiliyordu. Adam bu sefer gerçekten ağlasa. Neden, deseler, bizi gemi bile olmayan bir gemiye bindirdiniz; hiç bitmeyen bir yola koştunuz, ardımızda bıraktığımız anılar ise pelikülden ibaretmiş meğer; neden, deseler, bizi olmayan gurbetlerde bıraktınız, sarı kağıtlara ekşi ekşi ağlattınız, demek biz eşekmişiz ki eşeğimizi kaybettirip sonra buldurdunuz; neden, deseler, adam sözü alsa, yokluğunda ayyaş oldum, şantörlerden hep aynı şarkıları, tekrar tekrar istiyorum -kadın sözünü kesse, seni bir defa özlemiştim, yüreğim çıkmıştı, şimdi hayat bildiğimiz şey yarın kabloluda altmış yıllık kopyalarla oynayacak; neden, demelerine kalmadan izleyen ben girsem araya, siz eski bir filmden koptunuz evet, ya kalanlar, dışardakiler, ya yamaçtakiler; benim de geçmişimle bağım yırtılıp kopacak kadar incelmedi mi, ben de bazen tekerlekteki hemstır gibi vargücümle yerimde saymıyor muyum; ben özlemiyor muyum, ben ağlamıyor muyum; peki bunlar neden, desem -birlikte yürüdüklerim benden baskın çıksa, senkronizasyonun dibine vursalar, biz de unutulmayacak anlarımızı unuttuk, düşünmeyi bile unuttuk, sen yine iyisin, bizde duygunun zerresi kalmadı, İNSANLIĞIMIZI UNUTTUK DESELER, SESİMİZ YÜKSELSE, O KADAR KOYU KONUŞSAK Kİ SÖZLERİMİZ VÜCUT BULSA BAĞIRDIKÇA KALIN KALIN ÇIKSALAR AĞZIMIZDAN, ÖYLEKİ FONTLARI BİLE BÜYÜSE NOKTALAMA İŞARETLERİMİZİ BİLE KAYBETSEK VİRGÜLÜ NOKTAYI TERK EYLESEK ÖYLE KONSANTRE BİR İSYANLA HAYKIRSAK Kİ ARADABOŞLUKBİLEKALMASA

Düş kısmı burada bitiyor, güneşle birlikte belki tüm renkler açılıyor. Birileri sesimizden, nefesimizden ürkmüş; hem hava da aydınlanmış, iyisi mi saklanalım demişler. Vapurun sağındaki ve solundaki deniz, kısa süre için de olsa rahatlıyor. Göğün mavisinin köpüğe dönüştüğü o saliselerden birinde kafamı kaldırıp ileri bakıyorum. O, koltuktan nasibini alamamış yere başka bir adam sırtını dayamış. Kore savaşından kalma motor yağları gömleğini batırıyormuş, olsun varsın, hiç değilse kimseden izin istemiyor. Yanına gidip omzunu sıvazlıyorum, hep ellerime bulaşıyor, alıyor mu beni bir gülme..

MİNİ QUIZ:
Parçada sözü edilen şahsı gülme alıyor mu?
a) Evet alıyor
b) Hayır almıyor
c) Sonu rüyaymış
d) Gerçek payı varmış

25 Mart 2010 Perşembe

Namibya'nın Vahşi Atları

..
Ormanın içinde ehlileştirilmemiş iki at gördük. Biri bembeyaz, diğeri kırçıldı. Herhangi bir itici güç olmadan koşuyor, koşuyorlardı. Başımız döndü. O an anladım ki, biz bu adaya kısılmış değildik. Heves edene dünya dar geliyordu. Atlar kara kıtadaki kardeşlerine koşuyordu. Biz başka alemlerdeki kardeşlere koşuyorduk.
..

7 Şubat 2010 Pazar

Doğru

Tak, tak, tak!!
Sessizlik! Saygıdeğer yargıç kararı açıklayacak!
- Ayağa kalk. (Kalktı) Sanık ... yeterince yalan söylemediği için ağırlaştırılmış yalnızlığa mahkum edilmiştir. (Ya da gerçek bir mahkemede nasıl söyleniyorsa. Az önceki mahkeme jüri mantığıyla, Hulusi Kentmen modeli babacan hakimleri ufuk çizgisinde buluşturmaktadır).

* * *

Gözlerini diktirmesinin gerçekleri görmesini engellemeyeceğini tahmin etmek için kahin olmaya gerek vardı. Gözleri diktirmek.. İç kaldırıcı (henüz varolmayan bir tamlama, yine de dayanılmaz hafif (geçersiz tamlama)).

* * *

- Vicdanınızı niye örttünüz?
- Üşüyordu.
- Fazla soğukkanlı olmanızdandır, size bir şişe angora, bir de yirmibir çarpı yirmizdokuznoktayedilik ayna yazıyorum; nekahat süresi boyunca kendinizle başbaşa kalmanızı öneririm.

* * *

Bunları biliyor muydunuz?
● Soğan doğrarken mutfak çeşmesini hafifçe akıtmak gözlerinizin yaşarmasını önleyecektir.
● Toplu hareket etmenin söylenmeyen en büyük avantajı, suçluluk duygusunu özgürce gizlemektir.
● Kutup ayıları solaktır.

* * *

...
günün diğer gelişmelerinden biri ise "Avrasya 3. Edebiyat-Tıp Buluşması" etkinliğinde konuşan ...'nın "Hissetmek Acı Çekmektir" başlıklı oturumda söylediği şu sözlerdi:
- Psikopatiden muzdarip olana psikopat, sosyopatiden muzdarip olana sosyopat diyorsak; empati gösterene empat, sempati gösterene sempat demememiz için bir neden yoktur.
...

* * *

- Kendi aramızda küçük bir kutlama demiştik, salonda kaç kişi var, olmaz ki böyle! Şu katılımcı listesini görebilir miyim?.. Ver bakayım... Hımm, Sevgi tamam, Nezaket tamam, Dostluk tamam, Eğlence zaten var.. hımm, tamam, tamam.. Bu nedir?! Doğruyu kim davet etti? Şu güzel ortamı bozmaya mı niyetlisiniz? Yalnız da gezmiyor ki, Yüzleşme, Adalet ve Vicdan'la birlikte gelmiş. O geliyor diye belli ki Sürü Psikolojisi de evde oturmaya karar vermiş...

* * *

Alternatif bir gazetenin Pazar ilavesinden:

Onurunuzu koruyacak 10 öneri:
- Oturacağın masa yuvarlak değilse, ayakta dur daha iyi
- Haksızlığı görüp de başını çevirme, yapan kadar suçlu olursun
- Çevrendeki herkes yapıyor olsa bile, hiçbir şeyi yapmaya zorunlu hissetme
- Herkesi birden sevme, kimseyi sevmiyorsun demektir
- İnisiyatif al, yoksa hep başkalarının planına hizmet edersin
- Lider tanıma, hak etmeyene gerçek olmayan değerler yüklersin
- Hayır demeyi öğrenmezsen, pişman olmaya hazır ol
- Herkes konuşur, her lafa itibar etme
- Başkasına benzeme, sana kendinden daha çok yakışmaz
- Başkasına beğendirmek için gerçek seni gizleme, kimse için kendine yalan söylemeye değmez

* * *