18 Kasım 2007 Pazar

Gündüz Düşleri

İnsanları tanımıyordu. Gördüğü dünya, önyargılarının eseri prototipler, sahte estetik kaygılar, kabuk koleksiyonculuğu ve yarı-uykuda geçen bir hayattan ibaretti. Cevabını merak etmediği ne çok soru vardı. Kalabalıklara evsahipliği yapan caddeye güneş doğmadan teşrif eden şu esmer adam, şu cila kokan genç irisi ya da şu hızlı adımlarıyla kaldırımı delmeye çalışan bir çift topuklu ayakkabı; rüyalarında acaba ne görürlerdi? Şehvetle arzuladıkları kimdi? Yalnız kalınca ıslık çalarlar mıydı? Hiç birini ağlatmışlar mıydı?
Uyanmalıydı. İnsanlara ulaşmalıydı. Günler geçtikçe bildiği şarkılar tükeniyordu, yenilerini bulmalıydı.
Kimse uyumamalıydı. Uyandı.






Paul sings Nessun Dorma - kewego
Paul sings Nessun Dorma - kewego



1970 Ekim'inde Güney Galler'de doğmuş bir cep telefonu satıcısı, opera söyleyemez mi? Paul Potts'un Puccini'nin Nessun dorma'sını söylerken, bir melek canlandırmasına dönüşmesinden yola çıkarak sorulması gereken sual bu. Paul 28 yaşından sonra amatör bir tenor (ve çulsuz bir vatandaş olarak) her fırsatta tutkuyla yaptığı şey için çaba göstermiş. Elde avuçta neyi varsa, zaman zaman kazandığı küçük ödüller de dahil buna, doğuştan gelen hediyesini güzelleştirmek, geliştirmek için harcamış. İki işte çalışmaya mecbur kalırken, İtalya'ya opera eğitimine gitmekten çekinmemiş. Tedbirlilik yapmak yerine düşlerinin peşinden koşmuş. Sonuçta "Britain's Got Talent" yarışmasında bir salonu 2 dakikalık bir aryayla ağlatmış, ayakta alkışlanmış. Kendi fırsatını kendisi yaratıp, üstüne üstlük inanılmaz başarılı olup, bizlere de o güzel sesi pekçok kez daha dinleme olanağı tanımış.

Bugün Paul Potts'u tanıdık. Şimdi tıpkı Nessun dorma'da dendiği gibi: Kimse uyumasın. İnsanları tanımaya, önce kendimizi tanımaya çalışarak başlayalım.

29 Eylül 2007 Cumartesi

Güzün Rüzgar


Bir rüzgar zerreciğiyim. İklimsiz bir dünyada; yenidoğanların yağmuru, ilk karı, kızgın kum sıcağını ve balçığı deneyimleyemediği, gri göklerin (insanda sürekli izleniyor olduğu hissini bırakan) kaçınılmaz bakışlarının gölgesindeki, sınırlı hürriyetlerin çorak topraklarında; denizlerin yıldızlara ulaşmaya karar verdiği muhteşem tufanlarda; tutkulu bir öpücüğün hemen öncesinde ve fanilerin her nefesinde - sonuncusu da dahil - ben oradayım. Yolcuyum, ömrümce sürgünüm. Bir an için durmaya kalksam, diyelim o kalabalık ülkedeki kelebeğin kanat çırpışına aldırmasam, eminim yıkıp yıkıp yeniden kurmakla pek övünülen dev uygarlıklar bir daha adı anılmamak üzere dağılacak. Zaman durdu zannedecekler, ölmemek için canını verenler, yaşlanamamaktan ölü gibi korkacaklar. Yapmam ki, esmeye gönüllüyüm.

Sonbaharın uğrayacağı bir parktayım. Yaprağın sararmasını bekliyorum, onu gafil avlamak istiyorum. Bir yaşlı adamla fazlaca küçük bir çocuğun gözünden kendimi izliyorum. Parka sahip olduklarını düşünüyorlar, oysa çişlerine bile sahip çıkamazlar -her ikisi de. Biraz ilerliyorum, saatlerin yelkovanlarına bir haller oluyor. Zaman öldürüp ufka gömüyorum. Geri geldiğimde pusudan çıkıyorum. Yaprak usulca düşmeye çabalıyor. Demek her yaşta bir şeyler öğrenilebiliyor.

Aşıkların aralarından geçiyorum, ürpertiyorum onları. Bir an için beni, hakkında hiçbir şey bilmedikleri, seneler önce tam da bulundukları noktada bedenini terk eden Akif isimli bir oğlan çocuğuna ait, belki de geçmesi imkansız bir ergenlik travması veya ikinci sınıf Japon korku sinemasının izlerini taşıyan bir hayalgücünün ürettiği, olmayan bir hayaletin yerine koydular. Basit heyecanlarda adımları sıklaştırmanın dünya sakinlerine özgü olması ne iyi; yoksa her korktuğumda fırtına çıkardı.

Miadımın dolduğunu hissediyorum. Yaptığım iyilikleri sayacak değilim, yetişmem gereken yerlere yetiştim, kimseyi bilerek acıtmadım; aslında sürekli estiğim yönde yolculuk eden birinin güzel bir hayat yaşamasına imkan vardı. Olduğumdan da hafifim. Seçen gözler için bir başka zerrede görünür olana dek bahçemde düş biriktireceğim. Düşlerim hep başka evrenlerde esmek üzerine olacak. Bu er ya da geç, günlerden bir gün gerçekleşecek. İşte o gün dostlarım, düşman basınçların arasında kalmış potansiyelin atomik bir parçası olmaktan çıkıp, kozmik bir kasırgaya dönüşeceğim. O gün, özgür olacağım.

24 Eylül 2007 Pazartesi

Başlangıç


blogger
ek$i sözlük
twitter
last.fm

İlk romanını yazan hemen her yazar, kendini anlatıyor olmakla itham edilir; kendinden başkalarına dair öyküler yaratamayacağı, o yazar için bir sonraki roman diye bir şeyin söz konusu olmadığı, zira tüm anlatacaklarını ilkinde tükettiği önemle vurgulanır. Sonuçta bazısı ikinci, beşinci, onuncu romanını okuyucuyla buluşturur, çoksatar olur; bazısı ise orada kalır, reklam filmlerine metin yazar, kendi hikayesini kısa film, fotoğraf, şiir gibi mecralarda tekrar tekrar (ve her seferinde tek atımlık barut misali) anlatmaya çalışır. Bazısı kaybolur ortadan, kimisi tası tarağı toplayıp uzaklara gider, kimisi berduş olur, çoğusu erken ölür. Sonraki romanlarını yayınlatan yazarlar, ilkinden çok mu farklı bir şey üretirler? Hayır. Eleştirmenlerin eleştirisi yersizdir. Kendimizden başka anlatacak bir şeyimiz yoktur. Mesele kendini anlatırken ne kadar samimi olduğundadır, zaten bu yüzden bazı yazarlar adeta okuyucunun ruhuna hitap eder; tam olarak "insanın okurken aklına düşen hatıralar" kadar gerçek yazmıştır çünkü. Aksi halde, örnekse 150 yıl önce redingotunu kuşanıp ayaz akşamüstlerinde Kont'un verdiği çay partilerine katılan yazarın suçlu zevkleri; örnekse 400 yıl önce kuru ekmek eşliğinde ev yapımı bira içen herhangi bir Avrupa köylüsünün gizemsiz yaşamı; örnekse 1300 yıl önce bir düş dünyasını andıran Bağdat şehrinin kendisi ve halkı; bir intihar, bir yolculuk, bir başkasının aşkı, bir başkasının rüyaları, tüm insanlığın acılarını bünyesine toplamış bir yürek ya da daha doğmamış bir bebek NASIL OLUR DA gergin, diken üstünde, belki biraz da acele hayatlarımızda sayfalarca, günlerce ilgimize haiz olur? Samimi yazılmamış bir şeyi beğenmek ancak samimi okumamış okuyuculara mahsustur. 21. yüzyılda kendinden vermek, kendinden kaynaklanmak kaçınılmazdır, dürüst olunduğundaysa tadından yenmez. Misali edebiyattan verdik ama sinema da, müzik de, fotoğraf da; hatta uluslar, devletler, şirketler ve temel olarak insanlar da elbette bu tavrı/zorunluluğu paylaşır.

Internet'in evrimi de, işte yukarıda anlattıklarımdan soyutlanamayacak bir biçimde devrime dönüştü. Bilgi paylaşımı, yanına sanal tartışmaları, elektronik dostlukları ve sorumluluk taşımayan yorumu alarak çoğaldı; o kadar ki artık yorumlar bilgi halini aldı, gerçekle sanal üstüste bindi. Kişisel web sayfaları, forumlar, portallar, wikiler, sözlükler, başkalarına nelerden hoşlandığını gösterme/diğerlerinin zevklerini görme sayfaları, sanal topluluklar, arkadaşlık siteleri ve bloglar. Gerçeği sanaldan ayırdedilemeyecek hale getiren sanal alem modaları aslında çözümü de içinde barındırıyor. Kim insanlara daha çok hitap eder, vicdanına seslenir, savunduğunu coşkuyla savunur, diyeceğini içten söylerse onun dediği doğrudur. Gerçek bilgiyi arayanlar, öncelikle gerçekliğinden kuşku duyulmayacak bir davranış göstermeliler. Kısacası şarkıyı tahrif etmek pahasına:
Internet'i samimiyet kurtaracak, bir insanı dinlemekle başlayacak her şey

Blog bunun belki de en güzel yolu olduğu için buradayım. Sözlük platformundan, bunalım denemelerden, sayfalara kusulan çöp duygulardan, çözüm bekleyen öykücüklerden, rutin ya da derin arkadaş sohbetlerinden bağımsız bir ada olacak burası. Yazarken muhtemelen dışarıda gece olacak, yalnız kalacağım, her yalnız kalanın yaptığı gibi fikrimden yalanları ayıklayacağım. Burada olmayan dostlara göz kırpacağım. Yol boyunca ilgi gösterip, yorum yazıp düşüncemin üstüne düşünce koyanlara şimdiden teşekkür ederken, bu kadar koyu olmaya soyunmuş bir başlangıçtan hemen sonra "Youtube: Maymun japona saldırıyo çok komik lan :))" tarzı bir giriş yaparsam hakkımda galiz küfürler içeren görüşler bildirmemenizi önemle rica edeceğim :)

Hadi bakalım..