29 Haziran 2010 Salı

Yani, Duvarın Arkasındaki Dışarıyla

Gayeli devrik cümleler kurardı.
Çok yalnız kalınca üzülürdü, ağlardı. Oysa yalnız bırakmazlardı ki.
O yıllarda (sade o zaman mı?) memleketinde sevgi kuraklığı vardı, insanı güneşe bile susatırlardı.
Upuzuuun bir selviye benzerdi, öyleki kelimeler ağzından dökülüp yere düşene dek epey vakit geçerdi; konuşmazdı, gürlerdi. Sanki hiç küçük olmamıştı.
Kadınlar severdi onu, bebek sever, aşık sever gibi; Douglas Fairbanks'e, Errol Flynn'e, çok sonraları Brando'ya hayran olur gibi; ki kahrederdi onları, bırakıp giderdi -her bıraktığını hatırlar mıydı, tek unutmada yeteneksizdi herhal..
Atomun gölgesinde kalmış, savaşta mahpus, denizde kaçak düşmüş, insanın yanında insana, örneğin yeni boyalı bir hanenin, bir daldan doğan kardeş yediveren güllerin yanında kendi içine bakan; etinden-kemiğinden de derinde meknuz bir garip alem vardı; kimseler anlamazdı, herkesler paylaşırdı. Şimdi seneler sonra bile bir üşütüp bir ısıtan, yüreğine faça atıp tuz ile tütün basan o sözler, düşünerek bulunamazdı.
Yazı masası mı vardı, gramofona mı okurdu, balkonda sigara tellendirirken mi bulurdu bir güzel uyumu, yoksa gecelerini mi verirdi uygun düşecek kelîme uğruna? Bilmem, merak ederim (orası ayrı). Şiirlerinde neyi yaşıyordu?
Tanımadım, az okudum, pek sevdim, iyi insandı. İyi insandı.

Hiç yorum yok: